Ben Şehnaz

sevginin sofrası

11 Mayıs 2010
Bir hikayem var, anlatmamı ister misin? Anlatsam dinler misin?

“Sevginin Sofrası” diyorum adına… Ve başlıyorum yazmaya…


Hadiii! Kalk! Babam işe gidiyooo… Yarın anneler günü, para almamız lazım. Yaa kalk!” diye dürtüklüyordu kardeşini. Onun da gözünden uyku akıyordu ama yine de uyanmıştı işte.

Üstlerinde pijamaları, koşarak yetiştiler ayakkabılarını giyen babalarına. Israr ettiler para vermesi için. Bir yandan da fısıltıyla konuşuyorlardı anneleri duymasın diye. “Ama yetmez kii! Azıcık daha veer!” diye sıkıştırıyorlardı babalarını. Tekrar yatağa döndüler babalarını işe yolladıktan sonra.


O gün sevinçle gidip hediye aldılar. Pazarlık bile yaptılar yaşlarına rağmen. Oysa biri on bir, diğeri sekiz yaşındaydı daha. Banyoya sakladılar hediyeyi. Öbür akşam vereceklerine dair yemin ettiler. İki kardeş gözlerinde sevinç pırıltılarıyla sofraya oturdular. Sofra başında evin babası beklendi.Çocuklar açtı belki ama büyük olan inat ediyordu: “Babam gelmeden içmem!” diye. Nasıl da düşkündü aslında babasına. Kız çocuklar babaya düşkün olurmuş ya… O babasının en fazla yarım saate kadar geleceğini biliyordu. Hem babası da çok seviyordu yayla çorbasını. Annesi kızıyordu: ”Biz yiyelim, baban gelince yer”. Dört tabak vardı sofrada, ortada salata…

Anne tabaklara çorba koydu. Üç tabakta çorba vardı, biri boştu. Büyük kız aldı eline kaşığı, çorbaya daldırdı ama daha üfleyemeden telefon çaldı. Küçük kardeşi koştu, telefonu açtı. ”Anneee,seni istiyolaaaaar!” diye bağırdı, annesi ”Kim?” diye sorunca ”Bi adam” dedi kısaca ve sofraya oturdu küçük kız şaşkın şaşkın. Annesi telefonu aldı. ”Evet” veya ”Hayır” gibi kısa cevaplar veriyor, telaşlanıyor ama ne olduğunu söylemiyordu. Annesi bir yerlere telefon etti. Kapıya bir araba geldi, çocukları amcasının evine bıraktı. Diğer amcasının iki çocuğu da oraya geldi. Geceye kadar oyun oynadılar ama büyük kız yine de suskun, yine de sessizdi. Dört çocuk bir yatağa doluştu, uyudu. Büyük kız uyumuyor, ağlıyordu. Onu kimse duymuyordu…


Sabah oldu. Eve gitmek istemiyor ama gitmek zorunda olduğunu da biliyordu. Yolda bir parka uğradılar. Deli gibi sallandı, hayatında son kez sallanır gibi… Eve girdiler. Herkes ağlıyordu, birileri Kur’an okuyordu. Her yer karanlık, perdeler kapalıydı. Babaannesine sarıldı, ağladı büyük kız. Annesi ağıt yakıyor, kızını çağırıyordu. Ama kızı korktu. Sonra sarıldı annesine, ağladı yine. Koparıp aldılar kızı, mutfağa götürdüler. Birileri onu büyük adammışçasına karşısına alıp konuştu. Görmüyordu kızın gözü hiçbir şeyi. Duyuyordu sadece. Çığlıklar duyuyordu. Ağıtlar duyuyordu. Kur’an sesi duyuyordu. Birileri ona: “Ağlamamalısın. Güçlü olmalısın!” diyordu, onu duyuyordu. Ağlamıyordu artık. Hiç ağlamıyordu. Bir tek “Biliyordum” diyordu, “Babamın öldüğünü biliyordum.”.Kapıda bir sürü adam cenazeyi beklerken, o top oynuyordu. Cenaze defnedilirken, yerde kumlarla oynuyordu. Ağlamıyordu…


Uzun bir zaman evleri hep kalabalıktı. Gelen giden… Sonra bir gün yalnız kaldılar. Bir de baktılar ki, ne gelen var ne giden… Sofraya tabakları koydular. Üç tabak vardı sofrada, ortada salata.

Ve o günden sonra hep üç tabak oldu sofrada…

Benzer Yazılar

Yorum Yok

Yorum Bırakın